4 Aralık 2015 Cuma

BİR BARIŞ ÖYKÜSÜ: YUMİ VE BENİM HİKÂYEM

(Birazdan okuyacağınız öykü, Yaratıcı Çocuklar Derneği, 
Geleceğin Yazarları Yarışması, 
Mansiyon Ödülüne layık görülmüştür.)


Kapkaranlık bir sığınaktan yazıyorum bu satırları, hayatım gibi kapkaranlık bu sığınakta… Burası evimizden sonra ailemle kalabileceğimiz tek yer, bir zamanlar sıcak bir yuva iken şimdi terk edilmiş, unutulmuş, taştan örme, eski bir ev. Dışarıdan top ve tüfeklerin sesleri geliyor, savaş sürüyor… Sen geliyorsun aklıma, seni özlüyorum. Söz vermiştin ya hani geleceğine. Gelecektin, birlikte hayalini kurduğumuz gibi çiçekleri koklayacaktık, yürüyüşler yapacaktık. Arkadaşlarımla tanıştıracaktım seni. Şimdi, şimdi ise arkadaşlarıma ne oldu, onu bile bilmiyorum… Belki onlar da eziyet görüp hayatını kaybeden çocuklar arasındalar, belki onlar da benim gibi korkarak saklanıyorlar birer sığınakta…

Geceler boyu top ve tüfek seslerini dinlerken korkarak düşündüğüm daha bir sürü şey var. Babam yardım ve yiyecek bulmak amacıyla civarı dolaşmaya çıktı. Üç gündür ondan haber alamıyoruz. Annem ise artık çok yorgun düştü. Bana bakıyor kedimizle uğraşıyor ve babamı düşünüyor. Bana gelince, hiçbir şey yapamamanın verdiği acizlikle, oturup sadece düşünüyorum... Ya oturup hayal kuruyorum ya da böyle sevdiklerimi düşünüyorum. Ama en çok sevdiklerimin içinde yer aldığı mutlu hayaller kurmayı seviyorum bu sığınakta.

Çiçekleri ne çok koklardım eskiden, bilirdim her birinin kokusunu. Ama şimdi unuttum bu savaş yüzünden hepsinin kokusunu. Zaten tahminimce unutmuşlardır onlar da gerçek kokularını artık; is, toz, barut ve kan kokuyorlardır. Bu savaş etraftan en güzel kokuları bile alıp götürdü. Yeni yeni oyuncaklarım olduğunu düşünüyorum bazen. Şimdi oyuncağım yok ama nasıl yapıldıklarını bilirim. Sığınağımızda mermi kovanları, savaş kalıntılarından yaptığım minik, bazısı tuhaf oyuncaklarım var. Bazen de etrafımı incelerim: Eskiden oyunlar oynarken duvarlara çizdiğimiz resimlerin üzerinde şimdi yer alan kurşun delikleri hep gözüme takılır sığınağımızda…

Geçenlerde annemden gizlice dışarı çıktım. Yerdeki kurşunlar, kırılmış kovan parçaları çıplak ayaklarımı acıtıyordu. Etrafta o anlık hiçbir asker ve çatışma yoktu. Birden yerde kurşunların arasında kalmış sarı bir şey gördüm. Eğildim dikkatlice, minik bir papatyaydı bu!.. Bu  kurşun parçalarının arasında yetişmiş mucize bir papatya!.. Küçüklüğümden beri delicesine tutkundum papatyalara, o kokularına. Hemen elime aldım papatyayı kokladım, kokladım. İnanamıyordum! Papatya benim düşündüğüm gibi kan, is, toz veya barut kokmuyordu. Aksine hâlâ o kadar güzel kokuyordu ki bu koku beni başka diyarlara götürdü: Etrafımdaki insanların hepsi sevecendi, mutluydu, ailecek birlikte gülüp eğleniyordu yeşil çimenler üzerinde, gökyüzünün maviliğinde. Acımasızlık, korku, ayrılık, gözyaşı yoktu yeryüzünde… Yoluma devam ederken bu hayallerle, karşımda omzunda tüfeği ile birden gördüğüm beni gerçeğe döndürdü. Tüfeği ile vuracağı yeri nişan alıyordu. Beni görünce yüzünde sert bir ifadeyle önünden çıkmamı işaret etti. O anda beni öldürebilirdi. Yapmadı. Benim korkudan titreye titreye kaçmam gerekirdi ama ikisi de olmadı. Bir anda askerin tüfeğinin namlusunun ucuna elimdeki papatyayı yerleştirdim ve olanca hızımla kaçarak oradan uzaklaştım. Bunun  yapmaya nasıl cesaret ettiğimi bilmiyordum ama yapmıştım. O küçücük papatya içimde büyük kıvılcımlar yaratmış, adeta bana savaşa karşı çıkmam için bir mesaj vermişti.
 Senin geldiğin günü hatırlıyorum bazen. Yaralıydım, bana şefkatle yaklaşmış yaralarımı sarıp benimle dertleşmiştin. Giderken bir şey söylemiştin,  hâlâ kulaklarımda çınlıyor: ''Mutlaka geleceğim seni görmeye, mutlaka, ikimizden birine bir şey olmadan önce seni en azından bir kez daha göreceğim.''

Şimdi neredesin peki? Hani gelecektin ne oldu? Unuttun mu yoksa beni? Dilerim iyisindir, sana bir şey olmamıştır. İkimizden birine bir şey olmadan demiştin ya hani, işte ben… Ben bu savaş yüzünden ölmek istemiyorum. Umarım beni hiç unutmazsın, ben seni ölene kadar kalbimde yaşatacağım. Sen benim kurtarıcı meleğimdin... Lütfen ülkende savaşa karşı bir şeyler yap. Bu savaş denilen  katliama  engel ol. Beni bir daha göremesen bile benim hayallerimi gerçekleştir. İnsanların kalplerinde  barış için bir umut ol.        
                                                                                           
                                                                            Hiroşima'dan seni seven kız: Yumi...


            25 yaşımda genç bir doktorken almıştım bu mektubu, bundan tam 25 yıl önce. Öyle etkilenmiştim ki, mektubu okuduktan sonra bir süre olduğum yerde kalakalmıştım. Bu mektuptan iki sene önce, o zamanlar Hiroşima’daki savaş vardı, yaralıları iyileştirmek için gönüllü olarak gitmiştim Hiroşima'ya. Hastane gibi kurulmuş çadırlardan birinde tanışmıştım Yumi’yle. “Adım, ‘güzel, güzellik’ anlamlarına geliyor, ben de ismime uygun davranmaya çalışırım her zaman.” demişti gülümseyerek. Korunmasız, korkulu ama ışıklı gözlerle bakmıştı bana. O gözleriyle ta içime işlemiş, kalbimde ayrı bir yer açmıştı  Yumi. Ben oradan dönmek üzereyken barış sağlanmak üzereydi, ama nasılsa olmamıştı işte, anlaşmazlık çıkmış,  savaş devam etmişti.
         Türkiye'ye geldiğimde 1 ay boyunca hep düşündüm Yumi'yi, onun gibi tüm masum yürekleri. Bir defa daha savaş ortasında kalmamaları için dua ettim. Ancak zaman geçtikçe, başlayan sınav yoğunluğumun, ödevlerimin, boş zamanlarımda geri çeviremediğim arkadaş eğlencelerinin de etkisiyle daha az düşünür oldum içinden yeni çıktığım savaş ortamını ve o ortamda yaşamaya çalışanları.  Yumi'nin yanına gidemedim, hatta o bir aydan sonra Yumi'yi, yaşadıklarını unutmuş gibiydim. Ta ki bu mektup gelene kadar. Bu mektubu aldıktan sonra içimde büyük bir pişmanlık duygusu oluşmuştu. Nasıl gidemedim diye düşünüyordum kendi kendime. Belki bir daha Yumi'yi göremeyecektim. Belki o savaş ortasında ona bir şey olmuştu bile… Bunları düşündükçe kendime kızgınlığım artıyordu, onu nasıl böyle ihmal ettiğime, bu duyarsızlığıma hâlâ inanamıyordum. Düşündüm ve sonunda kesin kararımı verdim: Yumi'nin -belki de son isteğini- bir şekilde yerine getirmek için elimden geleni yapacaktım.               

             Artık hayatımın geri kalan kısmında kendi ülkemde ve dünyada savaşın hiç başlamaması, insanlar arasında daima barış olması için çalışıp didinecektim. Bu zorlu ve hiç bilmediğim yola kendimi adayacaktım.

İki sene boyunca barışın önemini çeşitli yollarla insanlara aşılamaya çalıştım. İlgili yerlerle görüşüp kapı kapı dolaşarak “barış” için insanların imzalarını topladım. Kimisi,  anlattıklarımı dikkate alıp yaşadıklarımı dinlerken gözleri dolu dolu imzaladı elimdeki kâğıdı. Kimi bakmaya bile zahmet etmeyip bu dünyayı kurtaracak bir ben miyim, mantığıyla kapıyı suratıma çarptı. Sonraları bu proje çalışmalarımla bir kuruluştan bir ödül bile aldım. Galiba yavaş yavaş da olsa barışın önemi ve gerekliliği dalga dalga dağılıyordu insanlara. Bunu gördükçe daha bir umutla bakıyordum etrafıma, insanlara ayrı bir sevgi duymaya başlıyordum. Ama barış yolunda hâlâ çok küçük bir adımdı benimkisi, barışın sesini daha çok duyurmak, barışı tamamen getirmek istiyordum bu dünyaya.   Bir yandan da aklım Yumi'deydi, ne ses vardı, ondan ne seda... Ben de bir mektup yazmayı ihmal etmemiştim ona. Mektupta tüm yaptıklarımı anlatmıştım ama hâlâ bir cevap yazmamıştı bana. Eğer kötü bir şey olmadıysa mutlaka cevap yazar; kendisinden, çevresinden haberler verirdi. Endişelerim artıyordu. Projelerle ilgilenirken dikkatim sürekli dağılıyor dalıp dalıp gidiyordum. Ve bir gün… O gün yine sabah erkenden uyanmıştım. Dünya barışı ile ilgili ortak bir proje yürüttüğümüz derneğin konferans salonunda konuyla ilgili insanları bilgilendirecek, onların bu projeye desteklerini sağlayacak bir konuşma yapacaktım. Ama tam olarak bunu nasıl yapacağımı bilemiyor, konuşma metinleri, sunular hazırlıyor, beğenmeyip siliyordum. Bu seferki konuşma hepsinden daha önemliydi, oradaki tüm insanları gönülden etkilemeliydim. İşte o sırada kapı çalmıştı. Gelen bir kuryeydi, elindeki zarfı bana uzatmıştı. Heyecanlanmıştım, bir mektuptu bu. Mektubun kimden geldiğine bakarken kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. Ellerimin titremesini durduramıyordum. Beklediğim mektup muydu bu, beklediğim iyi haberleri mi getirmişti? Aksini düşünmek istemiyordum. Ani bir hareketle zarfı çevirip mektubun kimden geldiğine bakıverdim ve tahmin etmiş olmama rağmen şaşkınlıktan donup kaldım. Yanılmamıştım, mektup Yumi'den gelmişti.

“Sana ne kadardır mektup yazamıyordum benim kurtarıcı meleğim…

Senden gelen mektubu aldım. Anlattıklarınla çok mutlu oldum. Maalesef ki sanırım bu sana gönderebileceğim son mektubum. Buradan, savaştan, senin ülkene kaçabilen insanlar aracılığıyla gönderebildim bu mektubumu da. Biz kaçamadık… Babam askerlerden birinin rastgele attığı bir kurşunla can verdi, annem artık çok hasta. Hiçbir şey yapamıyor, yerinden bile kalkamıyor. Bu sığınakta savaşın bitmesini beklemekten başka çaremiz yok. Savaş şiddetini artırdı, ölen  ve yaralanan çok fazla… Belki de bu sığınaktan hiç çıkamayacağız. Umutlarımız tükeniyor… Biliyor musun, sanırım barışla birlikte sevgi, huzur, insanlık, insanca yaşamak da bizim topraklarımızı tamamen terk etti. Ümit ettiğim tek şey sana mektubumda yazdığım gibi barışın önemini en azından kendi ülkendeki insanlara aşılaman. Çünkü  artık savaşlar yüzünden başka çocukların ve insanların canının yanmasını istemiyorum. Ben sana güveniyorum.... Geçenlerde bir rüya gördüm. Kimi gördün, diye sorarsan seni  gördüm. Benim ülkemde savaş bitmişti… İnsanlar birbirleriyle kardeş gibi yaşıyorlardı. Sen beni görmeye gelmiştin. Kendi ülkende yaptıklarını anlatıyordun bana. Gözlerimin içine bakarak: En büyük hayalini gerçekleştirdim Yumi, dünyada barışı sağladım, diyordun. Bu bir rüyaydı biliyorum ama sence gerçek olma ihtimali hiç yok mu?..”

Mektubu okumayı bitirdiğimde salon derin bir sessizliğe gömülmüştü. Gözlerimi satırlardan kaldırıp insanların yüzlerinde yavaş yavaş gezdirdim. Birkaç saniyelik bir sessizlik daha ve ardından hiç dinmeyen alkışlar, ağlayanlar… O an Yumi yanımdaydı ve o alkışların hepsi zaten onaydı....

Evet, konferansta Yumi'nin mektubunu okumuştum ve bu mektup oradaki tüm insanları derinden etkilemişti. Hatta öyle çok etkilemişti ki barış için ellerinden ne geliyorsa yapacaklarına söz vermişlerdi orada. Sözlerini bazıları tuttu da. Birkaçı ile gazetelere ses getiren yazılar yazdık... Birkaçıyla birlikte bir dernek kurduk... Önemseyenler, bu konuyla ilgilenip çok güzel çalışmalar yapanlar oldu.

Yumi, barış hareketinin bir sembolü oldu tüm dünyada…


 Şu an 50 yaşında, profesör bir doktorum. Bu yaşıma kadar onca yıl Yumi'den bir daha mektup ya da haber alamadım. Ama hiç kesmedim umudumu ondan. Kendisine verdiğim sözü tutmak için elimden geleni yaptım, tüm dünyaya barışın gelmesini sağlayamasam da en  azından dünyadaki bir kısım insanı inandırdım barışın önemine. Bunları yaparken türlü türlü dersler de aldım hayattan ve şunu anladım ki dünyayı idare edenlerin, “denedik” deyip de gerçekten denemediği tek bir yol var, o da: BARIŞ… 

Elif Naz KURT
Beşiktaş BİLSEM